18 Kasım 2012 Pazar

Yazı / Kader ya da...


Bu sabah yepyeni bir umutla uyandı güne Türkiye… Leyla Zana, “ne Diyarbakır Filistin, ne de Türkiye İsrail” diyerek inanılmaz bir yorum             -çözüm!- getirdi Türkiye’nin en temel meselesine.

Son iki aydır ülkemiz, açlık grevleri, kavgalar, küfürler, belden aşağı vurmalar, aşağılamalar ve tok karnına "kuzu kebabı" tartışmalarıyla bir felakete doğru hızla sürükleniyor-du-ki, beklenmedik iki şey oldu birden...

Önce Leyla Zana konuştu. Cezaevlerindeki açlık grevlerini protesto etmek için TBMM nin çatısı altında açlık grevlerine katıldı. Ardından bir zamanlar ceza evinde dokuz ay birlikte yaşadığım koğuştaşım, ranza komşum Apo, “Bitirin şu işi!” dedi ve Türkiye sarp bir uçurumun ucundan derin bir kaosa sürüklenmekten son anda kurtuluverdi…

Eğer bu iki eylem gerçekleşmeseydi, demir parmaklıklar ardından gelecek olan ilk ölüm haberinin ardından adları artık televizyon ekranlarına sığamayacak kadar çok insanımızın kanları dökülecekti loş caddelere, yoksul sokaklarımıza…

Apo’nun bir sözüyle karar alan örgüt mensuplarına söyleyecek sözüm yok, onlar ciddi bir iş başardılar, ses getirdiler. Ama daha da önemlisi, etnik kimlik farkı gözetmeksizin, insan olmanın, insan hayatının önemini bilen, onu yüreğinde hisseden pek çok “terör karşıtı” Türk vatandaşı da bu eylemlerin durdurulması için yoğun bir çaba harcadı; iktidar sahibi ya da “muktedir olanlar!” bu tehlikeli dayanışmanın sonunda pes ettiler…

Kürt ya da Türk meselesinin şahinlerinin hevesleri kursaklarında kalmış olmalı.

Hep gerginlik, hep savaş, hep terör gündemde olmalı ki batılı silah tacirleri ve onların yurt içi ortakları çok çok çok para kazansın. Hep kan, hep göz yaşı ile dolmalı ki acılı gözler, zor kış koşullarında dağ yollarına, patikalara, oluk oluk dökülmeye hazır kan, militan aksın; esrar, eroin, kokain ticareti “onurlu!” bir haklılık kazansın; ne gam, Ahmet Altan’ın dediği gibi kan emdikçe karnı şişen bitler gibi ceplerine dolan yeşil dolarları artsın yeter; yeter ki gizlensin oyun…

Yıllar önce, Yeni Demokrasi Hareketi’nin genç liderine “muktedir”lere sırtını dayayıp, “çözüm için gerekirse Apo’yla görüşür müsünüz?” diyerek tuzak sorular soran beyefendilere şu günlerde ucuz bir ayna tutmak ve “Sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler” sloganını hatırlatmak çok yanlış mı olur dersiniz?!.

Komşumuz Suriye’de karşıt guruplar kan akıtarak “Allahu ekber!” sesleriyle benzer sloganlar atarak, birbirlerini acımasızca katlediyorlar. O felaket ortamında, arka planda, onlara -savaşan her iki tarafa!- ölüm satan, silah satan, ellerini oğuşturanların kimler olduğunu hiç sormadan, merak etmeden hem; yazık ki Suriye kimsenin umrunda değil…

Tıpkı “yalnız ve kimsesiz ülkemiz” de Leyla Zana ve benzerlerinin dışında hiç kimsenin farkına varmadığı gibi… 

Leyla Zana diyor ki, ey insanoğlu, ey dünya, ey zavallı “muktedir”ler, vakur ve çileli halkım ey… Ne biz Diyarbakır’da duvarlar arkasında tutsak ve çaresiz, ne de Türkiye bizi abluka altına almış düşman bir İsrail; sorunlarımızı sabırla, inatla ve parlamenter demokrasinin kanatları altında sadece biz çözebiliriz…

Sormak istiyorum; birey olmanın ve onun derin yalnızlığının ağırlığını başından beri yüreğinde taşıyarak, örgütsel vesayetin içinde kolayca yitip gitmeden ayakta duran bu olağanüstü, bu muhteşem kadının uluslararası barış ödülünü almasının ne anlama geldiğini şimdi anlıyor musunuz?

Vahim bir gecikme ile de olsa ben anladım; kulak verin…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder