4 Ağustos 2012 Cumartesi

Yürekli iki genç adam / Ortak bir ülkü / Beceriksizlikler Bürokrasisi / Kahreden Yokoluş...

6 Mayıs 1972 sabahında, darağacına çıkan yirmi beş yaşında bir delikanlı, karşısında hayalarıyla oynayan tuğgeneralin cüce mezalimi üzerinden halkına şöyle sesleniyordu; 

"Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm.... "

Henüz PKK yoktu, HİZBULLAH yoktu, JİTEM yoktu, OHAL yoktu, MAZLUMDER yoktu, CUMARTESİ ANNELERİ de yoktu o sıralar...

Dev Genç vardı, Devrimci Doğu Kültür Ocakları vardı. Emperyalizme karşı birlikte savaşmış halkların, "Türkiye Halkları"nın özgürlük ve bağımsızlığını, barış içinde bir arada yaşama haklarını, önlerine kurulan darağaçlarına rağmen savunan yurtsever gençlik örgütleri vardı. 

Asker sivil bürokrasi ve elbette dönemin siyasi iktidar sahipleri, kısaca böyle özetlenebilecek bir yurt sevgisinin, bir özlemin karşısına "Moskova'ya, Moskova'ya" diye tempo tutarak, hain tuzaklar kurarak, cinayetler tezgahlayarak -halkı birbirine kırdırmayı pervasızca göze alarak- karşı durmayı erdem bildiler; çok canlar yandı...

İktidar sahiplerinin -şu garip!- vatan sevgisi, işi, vatandaşlarını bir bir vurmaya, olağanüstü haller ilan etmeye, yurdun her köşesinde işkence tezgahları kurmaya, cezaevlerinde kendi halkına bok yedirmeye kadar götürdü ve bu hep böyle, sürdü gitti...   

Yıllar sonra utanmadan "Kürt realitesini tanımak zorundayız" derken Süleyman Demirel, yıllar önce, gerdanının bütün haşmetiyle arka sıralara dönerek, oylamaya katılanların idam hükmünü onaylayan ellerini büyük bir memnuniyetle tek  tek izlerken, asılmasına cevaz verdiği o vatan haininin, darağacında bile, Türk ve Kürt halklarının vazgeçilmezlerinden, kardeşliğinden söz eden gür sesini belli ki -o sıralar!- duymazdan geliyordu...

TRT radyoları ve televizyonunun "Ayakları titreyerek idam sehpasına çıktılar" şeklinde duyurduğu ahlak yoksunu haberlere ise, elbette inanan hiç kimse olmadı...

90 lı yıllarda ülke, 12 Eylül'ün ağırlığı altından inim inim inlemiş olarak çıktı...

Artık PKK da vardı JİTEM de... Mağrur ve mağdur anneler, artık sokak başlarında, belki de akıbetini bilmek bile istemedikleri "yok!" çocuklarını arıyorlardı... 

Onbinlerce Kürt genci öldürüldü... Ve şehit diye uğurladığımız onbinlerce genç Türk...


Keşke hayatını bu yolda kaybetmiş tüm vatandaşlarımızı bölücü / kurtarıcı ayırımı yapmaksızın yan yana defnedebilseydik; sınırları büyüdükçe bizleri korkutan, bu hayali, bu uçsuz bucaksız kabristan, kin dolu kalpleri yumuşatabilirdi belki ... 


(Özel harp dairesinden bir general, ordunun savaşma yeteneği düşünüldüğünde bu kayıpların ne önemi olabilir diye soruyordu kendisiyle görüşen bir gazeteciye!.)

22 Aralık 1994 yılında Cem Boyner, kendisine yüklenen sorumluluğa sahip çıkarak Yeni Demokrasi Hareketini kurdu. YDH ne göre sorun, siyaset yolunun halka tıkanmış olmasıydı; sistem, belli çıkar guruplarının tekelindeydi ve sistemden beslenenler sistemi değiştiremezlerdi!. 

Türkiye'nin var olan sorunları artık ertelenemezdi ve en önemli sorun, hiç şüphesiz çözüm bekleyen Kürt meselesiydi... 

Apo henüz derdest edilip Türkiye'ye getirilmemişti...

"Güneydoğu'da insan kanı içen tavuklar gördüm!" diyordu Boyner, Ankara'da halka açık bir YDH toplantısında. "Bu sorunu görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz!" diyordu... Kendisine tuzak sorular yönelten gazetecilerin "Apo'yla görüşür müsünüz" sorularına, "Eğer barışa bir katkısı olacaksa şeytanla bile görüşebilirim" dediğini aktarıyordu...  

Basın ve derin devlet, teyakkuzdaydı yine; gündeme gelen Çörekçi Paşa gerilimiyle, cehaletle -hani nerdeyse ihanetle!- suçlamakta gecikmediler Boyner'i (*) 

Sistemden beslenenler sistemin değişmesini istemiyorlardı; basın ve siyaset esnafı kin kustular Yeni Demokrasi Hareketine; Türkiye'nin bölünmesine asla, ama asla izin vermeyeceklerdi...

Asker sivil bürokrasi, bir kez daha derin bir soluk aldı; ilk genel seçimlerin ardından Cem Boyner, siyasetten ayrılma kararıyla partisinden istifa etti... 

Deniz Gezmiş'i öldüren, Cem Boyner'i ölümle tehdid eden "Beceriksizler Bürokrasisi"nin keyfi yerindeydi...  

Demirel henüz Kürt  realitesini kabul etme gereğini duymamıştı.

Daha çok kan akabilirdi, ne gam? Zamanı geldiğinde devlet söylerdi nasıl olsa söyleyeceğini...

O günlerden bu günlere köprülerin altından çok sular aktı; kahreden bir yok oluşa hazırlanıyor sanki aklımız. Sonuçları hepimiz için felaket olan bir iç savaşın tam da eşiğindeyiz...

Geçiğimiz yıllarda Filistin'li çocukların taş ve sopalarla sokaklarda sergiledikleri cesarete hayran olup Arafat'ın küçük generallerini sempatiyle selamlardık hepimiz, bilirsiniz; Gelin sakin sakin düşünelim şimdi biraz, Diyarbakır sokaklarında o çocukları hatırlatan görüntüler aslında kimin başarısı dersiniz???



(*) YDH iktidarında siyasete müdahale eden Çörekçi Paşa gibiler derhal emekliye sevk edilecektir. CB.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder