8 Mayıs 2011 Pazar

hüzün...

Sabahın erken saatlerinde uyandığında oldukça geniş bir yatakta kollarında kızıl saçlı bir kadınla uyurken buldu kendini.... 

Dışarıda, uzaklarda, bağırmaktan boğazı dört çatal bir oğlan çocuğunun sesi geliyordu -çıt çıkmayan odalarda- kulaklara...

"simiiiiiiiiiiiiit, simiiiiitçiiiiiiiiiiiiiiiii..." 

Gecenin sisi ağır ağır dağılırken, güneşe açılan pencereleri, sıcak perdeleriyle kendini çırılçıplak yakaladığı odada şaşkın, bir anda kollarının arasında buluverdiği bu kızıl beyaz kadının, çillerle bezeli omuzlarından yumuşak bir kavisle kollarına akarak yastığın altına gizlediği tenini, küçücük ellerini, ayaklarını sevgiyle, şefkatle izledi... 

Yerinden doğruldu -yatak hafifçe sarsıldı- olduğu yerde kımıldanarak poposunu adama doğru biraz daha yaklaştırdı kadın, sıcaktı, sımsıcaktı... Yüreğinde deli bir telâş, tedirgin, uyandırmaya korkarak usulca bir öpücük kondurdu kadının omzuna; yüzünde derin bir huzur, uzun soluklarla uyuyordu... 

Yorgun ama huzurlu bir geceydi...

Kendisini buraya getiren bu -alışılmadık!- gecenin ayrıntılarını, dağılan sisler arasında bulmaya, olan bitenleri hatırlamaya çalıştı...

Oturduğu masanın tam karşısında az önce göz ucuyla selamladığı kadın, yanındaki uzun boylu adamla bir şeyler tartışıyordu. Adam asabi hareketlerle durmaksızın konuşuyor, kadınsa bıkkın, sanki söylenenlere pek aldırmıyordu...

Garsona bir duble scotch daha söylediğinde, yoğun müzik sesleri arasında, kolları havada, iki elini  bir  araya  getirip açtığı  parmaklarının  üçünü  kapatıp -uyararak!- uzaktan gülümsediğini hatırladı barmenin; yedi duble ha; hâlâ ayaktayım, fena değil, hiç fena değil diye gururlandığını hatırladı; orkestra dünü bu güne taşıyordu...

"Don't let me down, don't let me down..."

Sekizinci duble önüne geldiğinde göz göze gelmişlerdi; uzun boylu aksi yaratık kaybolmuştu bir ara açılan dış kapının ardından, öyle hatırlıyordu... En sempatik halini takınmaya çalışarak gözü karşı masada, elindeki kadehi belli belirsiz bir gülümseme ile kaldırmıştı dudaklarına;  gülümsemişti  kadın -parmak uçları uyuşmaya başlamıştı!- ikinci yudumda, kadının kulağına bir şeyler fısıldarken bulmuştu kendini adam; birlikte keyifle mırıldanıyorlardı, "don't let me down"...

Sonrası yoktu; daha doğrusu buraya neyle ve nasıl geldikleri konusunda hiç bir fikri yoktu... 

Bin yıldır bir arada yaşıyorlarmış gibi evin içinde dolaştığını, salondaki küçük kanepe sanki yıllardır ona ait bir mekânmış gibi minderlerine gömülüp soluklandığını, üstündekileri çıkartmadan gelip yanına kıvrılıveren kadına sarıldığını, kızıl saçlarını, sırtını, yumuşak, biçimli omuzlarını engin bir muhabbetle okşadığını hatırladı...

Sanki yatak odasına giden koridor da, birlikte atılan adımlar da yoktu; iki kapı hatırlıyordu birbirine komşu; birinde duvarları rock topluluklarının resimleriyle donanmış, yorganı savrulmuş darmadağın dar bir yatak, diğerindeyse yastıksız, yorgansız iki kişilik çırılçıplak bir Yataş... Şöyle dediğini hatırlıyordu kadının, "Seç tatlım, sen hangisini istersen...


Sonrası yine yoktu; nasıl olup da birden çırılçıplak oldukları, altlarındaki çarşafın ne zaman serildiği, üstlerini örten yorganın sıcaklığına ne zaman gömüldükleri konusunda hiç ama hiç bir fikri yoktu; bildiği tek şey kızıl bir kadının ıslak -deli!- dudakları, küçük, biçimli elleri, parmakları ve özgür bir ruhun inanılmaz derinliklerinde  -apansız!- yok olduğuydu...

"Tanrım belli ki seviyorsun beni, şükürler olsun..." diye geçirdi adam içinden...

Pencereyi aralamaya çalışırken uyandı kadın.

"Saat kaç?"
"Ona geliyor"
"Aman tanrım, deli olmalıyız biz; çoktan işte olmalıydım ben!"
"Peki?"
"Hemen banyoya girmeli ve çıkmalıyım tatlım, sen yat istersen..."
"Yoo, yo, çıkarım ben de, acelem yok benim ama önce sarıl bana; şefkat istiyorum ben..."
"Ne yapmalıyım?"
"Sırtımı kaşıyabilirsin meselâ?"
"Annenden gelen bir alışkanlık mı bu?"
"Yoo, kötü mü?"
"Olur mu? Benim de bir oğlum var, ben boyda; dön bakayım sırtını..."
"Yemek verme bana ama şefkatini esirgeme sakın!."
"Delisin sen, söylediği şeye bak; hadi, oyalama beni, banyoya giriyorum ben, geç kaldım zaten..."

Bir süre çıplak kaldıktan sonra giyinmeye soyundu adam; banyodan gelen sesler telâşı yansıtıyordu...

"Nasılım?"
"Olağanüstü, saçlarını kurulamayacak mısın?"
"Yoo, kötü mü?"
"Olur mu? Güzel bir sevgilim var, kızıl kıvırcık; dön bakayım arkanı.."
"Zeki adamları severim ama kopyacıları asla..."
"Peki peki bir daha yapmam; ne zaman buluşuyoruz?"
"Hiç bir zaman!"
"Ne demek bu?!."
"Ne ne demek?!."
"Görüşmiyecek miyiz?"
"Tabii ki görüşmiyeceğiz; hadi, hadi, geç kalıyorum, çıkalım biran önce..."

Çağrılan tek taksi ile -sorgusuz- gitmişti kadın; hüznün adı -kahrolası!- bu olsa gerekti...

Sokağın başındaki taksi durağına kadar ağır adımlarla yürüdü adam...

"Simitçi!.."

"Üç çeşit peynirim var yanında; şu karşı kahveden çay da alabilirim isterseniz?"

"Kalsın çocuk, kalsın; gel paylaşalım şu cüzdanımdaki paraları..."


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder