Tuhaf şeyler oluyordu...
Soğuk kış geceleri bitmek tükenmek bilmiyordu. Erken kararan hava bir türlü sabaha evrilemiyor, gece, sanki -ısrarla!- sabrın sınırlarını zorluyordu...
"Aynanın karşısında, tedirgin bir merakla elini dudaklarına götürdü adam; parmak uçlarında ıslak bir şeyler arıyordu..."
Odanın karanlığa açılan camı, kah çiseleyen yağmurun tıkırtılarıyla yürekleri ıslatıyor, kah deli gibi esen rüzgarın uğultusuyla, gece, karanlık bir kabusa dönüşüyordu...
Gecenin bir yarısı, telaşla -boğularak- uyandı adam. Baş ucunda duran oksijen tüpüne uzandı elleri, regülatörü hızla, sonuna kadar açtı; uzunca bir süre tavan yapan küçük beyaz topu yorgun, kaygılı gözlerle izledi... Gazın basıncını biraz azalttı sonra, "çok şükür tanrım!" dedi "geçti çok şükür..."
Uyanık geçiyordu çoğu geceler. Akciğerlerinde toplanan o berbat -o bela!- sekresyonu atabilmek için medikal ajanlar kullanmakla sınırlı kalmıyor, alternatif çözümlerle uğraşıyordu. Kocakarı reçeteleri birbirini kovalıyor, içini oyduğu karaturpları süzme balla doldurup, dibindekileri bardağa süzdürerek ya da kaşık kaşık hünnap pekmezi yiyerek, içine kaşık kaşık zerdeçallar, zencefiller ekleyerek, biraz olsun daha rahat nefes almaya çalışıyordu...
Derin bir nefes... Nelere değmezdi ki...
Çoğu geceler nefes nefese yatağa uzanıp yastığına gömülüyor, yanı başındaki oksijen tüpünün fokurtularıyla -olabildiğince!- sakin -aklında bin bir hal!- uyumaya çabalıyordu.
Kendi balgamında boğulmamak için gün boyu -durmaksızın- su içiyor, neredeyse her saat başı tuvalete gidiyordu; ikide bir uykuları bölünen bu gergin gecelerin sonu bir türlü gelmiyor, sabahın ilk ışıklarıyla beklenen gün bir türlü doğmuyordu...
Kimi geceler terden sırılsıklam kesiliyor, kısa paçalı pijamalarının altına giydiği iç çamaşırlarını sabahlara kadar defalarca -kim bilir kaç kez!- çıkartıp attığı oluyordu. Yine de her sabah değiştirilmesinden ayrı bir zevk aldığı, özenle ütülenmiş renkli çarşaflarını, renkli, çiçekli böcekli nevresimlerini, yastığını, yorganını, korku dolu gecelerin bilinmezliğine rağmen -tuhaf bir mazoşizmle!- seviyordu...
Yanı başında duran masif, gomalak cilalı komodine uzandı adam. Her zaman başucunda bulundurduğu kağıt havludan -korka korka!- bir yaprak koparıp sildi dudaklarını; kağıt parçasının üzerindeki izler -işte yine!- şık bir tuvalet masasının önünde işveyle kırıtan şuh bir kadının olgun dudakları kadar kırmızı, sahiciydi...
Korkuyla dededen kalma antika konsolun üstünde asılı duran taş aynanın önünde buldu kendini adam; yer yer dökülen sırların arasından kendine bakan yorgun yüzde ne bir kan, ne bir sızıntı vardı; dudakları kupkuruydu...
Bu her gece yineleniyordu... Burnuna kadar çektiği mikro fiber yorganını, rengarenk yastıklarını gece yarısı salyalarından korumak için her gece, her uyandığında, dudaklarını sildiği kağıt havlu, üzerinde şaşmaksızın dolgun dudak izleri bırakıyordu...
Şaşkın, sürüp giden geceler, alışılmış sabahlara evrildiğinde biraz olsun rahatlıyordu adam; geceleri tuhaf şeyler oluyordu...
Gün geceye devrildiğinde -rabbiyesir vela tuassir!- bin bir tevekkülle, karanlıklar, yeniden, bildik bir bilinmezliğine hazırlanıyordu...
Bir gün, aylar sonra bir gün, taş aynanın karşısında kendini seyretmekle geçen gece yarısı tuhaflıkları bir anda kayboluverdi; ıslak, kısık bir kadın sesinin "elveda bitanem!" diyen yorgun seslenişi doldu sanki kulaklarına; ardından yok oldu gece yarısı havlularına çıkan dudak izleri...
Kimi geceler terden sırılsıklam kesiliyor, kısa paçalı pijamalarının altına giydiği iç çamaşırlarını sabahlara kadar defalarca -kim bilir kaç kez!- çıkartıp attığı oluyordu. Yine de her sabah değiştirilmesinden ayrı bir zevk aldığı, özenle ütülenmiş renkli çarşaflarını, renkli, çiçekli böcekli nevresimlerini, yastığını, yorganını, korku dolu gecelerin bilinmezliğine rağmen -tuhaf bir mazoşizmle!- seviyordu...
Yanı başında duran masif, gomalak cilalı komodine uzandı adam. Her zaman başucunda bulundurduğu kağıt havludan -korka korka!- bir yaprak koparıp sildi dudaklarını; kağıt parçasının üzerindeki izler -işte yine!- şık bir tuvalet masasının önünde işveyle kırıtan şuh bir kadının olgun dudakları kadar kırmızı, sahiciydi...
Korkuyla dededen kalma antika konsolun üstünde asılı duran taş aynanın önünde buldu kendini adam; yer yer dökülen sırların arasından kendine bakan yorgun yüzde ne bir kan, ne bir sızıntı vardı; dudakları kupkuruydu...
Bu her gece yineleniyordu... Burnuna kadar çektiği mikro fiber yorganını, rengarenk yastıklarını gece yarısı salyalarından korumak için her gece, her uyandığında, dudaklarını sildiği kağıt havlu, üzerinde şaşmaksızın dolgun dudak izleri bırakıyordu...
Şaşkın, sürüp giden geceler, alışılmış sabahlara evrildiğinde biraz olsun rahatlıyordu adam; geceleri tuhaf şeyler oluyordu...
Gün geceye devrildiğinde -rabbiyesir vela tuassir!- bin bir tevekkülle, karanlıklar, yeniden, bildik bir bilinmezliğine hazırlanıyordu...
Bir gün, aylar sonra bir gün, taş aynanın karşısında kendini seyretmekle geçen gece yarısı tuhaflıkları bir anda kayboluverdi; ıslak, kısık bir kadın sesinin "elveda bitanem!" diyen yorgun seslenişi doldu sanki kulaklarına; ardından yok oldu gece yarısı havlularına çıkan dudak izleri...
Geceler -geçmişe gebe!- gecelere eklendi...
Korkularının karanlığında kaybolmuştu adam; taş aynanın karşısında -her gece!- kağıt havlularda "giz"lenen "iz"lerin peşini sürüyordu...
Daha önce yüzünü bile görmediği uzun boylu, pos bıyıklı postacının, elinde sarı, koskoca bir zarf, kapısını ilk kez çaldığı güne kadar sürdü bu akıl dışı, berbat döngü...
Adının yazılı olduğu "iadeli taahütlü" alındısını tersten imzalayıp kalemini geri verdi postacının; elindeki paket düşündüğünden de ağırdı; merakla, henüz kapıyı kapatmadan açmaya çalıştığı zarfın içinden ayaklarının ucuna -dikkatlice katlanmış!- bir sayfa akıverdi...
Kolundaki paketi sıkı sıkı tutarken -içinde birbiri üstünden kolayca kayan fotoğraflar, notlar, soluk renkli, alımlı, biçimli zarflar vardı- eğilip, ince, uzun parmaklarının arasına sıkıştırdığı notu silkeleyerek açıp, okumaya başladı...
"Bayım,
Adınızı ve adresinizi elinize ulaşan paketin üzerinde yazan, maktulün kimsesizler yurdundaki eşyaları arasından bularak çıkardık.
Hanımefendi, yurdun bahçesinde uğradığı hunhar bir saldırı sonucu, hastanede kaldığı aylar boyunca kendilerine gösterilen eksiksiz ihtimama rağmen maalesef kurtarılamadı...
Yurt müdürü olarak sorumluluklarımı sonuna kadar yerine getirdiğimi, uğradığı mel'un saldırıdan, nefesini verdiği son ana kadar yanı başında olduğumu bilhassa bilmenizi isterim; inanınız, hakkın rahmetine kavuştuğunda, hızla soğuyan günahsız elleri, ellerimdeydi...
Odasına her girdiğimde, her gece, (takdir edersiniz ki görevim gereği mesai saatleri dahilinde yanında olamıyordum) her seslenişimde, sanki birilerine sarılır da öpmek ister gibi şüphesiz ki şuursuz, anlamsız davranışlar dışında kayda değer bir tepki vermiyor, maalesef konuşamıyordu; aylar süren ziyaretlerim boyunca kendilerinden duyduğum ilk, tek ve son söz kısık bir "elveda!" oldu...
Kimsesi olmadığından, size gönderdiğim şeyler dışında bir kaç parçadan ibaret olan eşyasını ihtiyacı olanlara verilmek üzere yurdun kaydına aldırdım.
Maktule Allah'tan rahmet, zat-ı alinize ise başsağlığı diliyorum...
Not. Müteveffa Eva Grand hanımefendi Hristiyan mezarlığına kilisenin izni ve bilgisi dahilinde mütevazı bir törenle defnedilmiştir...
Adil Cevaz
Yurt Müdürü
Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı adam; taş aynanın önünde döktüğü gözyaşlarında bu kez komşu bahçede, saçları saman sarısı bir genç kız, çiseleyen yağmura aldırmaksızın, keyifle bisiklete biniyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder