28 Ocak 2011 Cuma

istanbul

Gözlerini açtığında tavandaki yangın sensörünü gördü önce... Sızıp kalmış olmalıydı... Yatağın ortasında, kolları iki yana açılmış, sırtında ceketi, gömleği ve ayakkabılarıyla kımıldamaksızın yatıyordu... Her nasılsa odaya girmiş olan şu sinek de olmasa odaya mutlak bir sessizlik hakim olacaktı...

Kısa bir "ben nerdeyim!" in ardından birbirine eklenmeye başladı gece yaşadıkları; lokantadan çıkarken  yola doğru -sendelememeye çalışıyordu!- bir iki adım atışı, bindiği taksi... Gerisini hatırlamıyordu...   

"Beni sarhoş ediyorsun İstanbul..."

O gün eve erken gelmiş, telefonu kapatır kapatmaz -bu ses yürek çarpıntılarına neden oluyordu!- çantasını hazırlamaya koyulmuştu. 

Önemli bir işin üstesinden gelmek üzere İstanbul'a davet edilmek gurur vericiydi ama ona asıl heyecan veren "Yarın akşam bendesin o zaman, rakılarız boğazda, söz verme kimseye sakın!" sımsıcak davetiydi kadının... 

Çantasını hazırlarken -aklı boğaz kıyısında kurulu rakı sofrasında- kadını düşünüyordu...

Yeşil giymeliydi... Yeşil pantolonunu, asker yeşili gömleğini -yeşil, gözlerinin rengini öne çıkarıyordu!- koyu kadife ceketini ve çoraplarını kimi zaman kendi kendine konuşarak, kimi zaman gülerek, özenle katladı; keyfi yerindeydi...

İş ilişkileri düşündüğünden de iyi geçmiş, o da kendini vakit kaybetmeden otele, duşun altında erimeye terketmişti...  

Sokağa çıktığında ilk taksiyi durdurarak Rumeli Hisarı'na doğru yola çıktı.

Lokantanın kapısına aynı anda ulaştılar. Omuzlarını olanca çekiciliğiyle ortaya koyan, ince, askılı, parlak kumaştan bir elbise giymişti kadın. İnce uzun parmakları, lame pabuçlarının sergilediği cilalı tırnakları -taksiden henüz iniyordu!- yüzünde "iyi ki geldin" diyen sıcak bir gülümseme ile işte tam karşısındaydı...

Bildik adımlarla kendilerine ayrılan -deniz kokan!- masaya oturdular. Güneşin kızıllığı karşı kıyıda yalıların camlarına, boğazın sularına yansıyordu...


"Önce rakı" dedi kadın yanlarına gelen garsona, "Geri kalan her şey daha sonra..."

İnce bardaklarda rakı, buz, beyaz peynir "iyi değilse geri gönderirim bak!" bembeyaz masa örtüleri...

Elini tuttu, iki eliyle kavrayarak kadının, "İyi ki geldin... iyi ki geldim... iyi ki burdayız... iyi ki..."

Herşey inanılmayacak kadar güzeldi. "Henüz sarhoş olmadan sana söylemek istediğim bir şey var" dedi adam "Biliyor musun...", "Deli oluyorum sana..." 

Gülümsüyordu bu çılgın başlangıca kadın;  "Aslında..." dedi...

Umutlandı adam.

"Yani, bütün kadınlar hoşlanır beğenilmekten..."

Islanan, kıvılcımlanan gözleri susuverdi sonra birden; arkalarda bir yerlere bakıyor, belli belirsiz dudakları titriyordu...

Çok geçmeden bu tuhaf gerginliğin nedeni anlaşılmış, sorgusuz sualsiz masalarına oturuveren yabancıyı göstererek, tanıştırayım demişti kadın, "Eski kocam!"

Büyü bozulmuştu. Birbiri ardına kalkan kadehler, anlamsız gevezelikler hızla tüketiliyor, mezelere neredeyse el sürülmüyordu; gece bitmek bilmiyordu...

Odanın içinde uzunca bir tur attıktan sonra -çıt çıkmıyordu!- yangın sensörüne konmuştu sinek... Kapı çalındığında zorla kalktı yerinden adam. İstemsiz adımlarla kapıya uzanırken, olabildiğince yüksek, seslendi.


"Kim o?"

"Benim" dedi kapının ardından tanıdık ve alaycı bir sesle kadın "açmayacak mısın?!."

Telaşla kapıya yöneldiğinde, elinde bir çift şampanya kadehi ve dünkü giysileri içinde karşısında buldu onu... 


"Nerde kalmıştık?!" dedi gülerek kadın.

Soluğu kesilmişti adamın; boğuk bir sesle "Canımsın" dedi  "Canım!", "Çok mutlu ettin beni..."

İstanbul yeni bir güne hazırlanıyordu...


te

1 yorum:

  1. ben olsam o kadar sevinmezdim... o ilişki minimum üç kişi yaşanacak demektir... "eski koca" o kadar da eskimemiş belli ki...:)

    YanıtlaSil