14 Nisan 2017 Cuma

Commissura Labiorum


Bir sızı
dudağımın ucunda
-Ilık-
dün geceden kalan
şişliği yok lakin
fena morarmış "Commissura Labiorum"
-sızlar-
dudağın dudağıma her dokunduğunda
yoklar sancımı
kalbin her atışında

-mazoşizm mi bu yoksa?!.-

Adı yok
anın da
zamanın da
devasa yangınların da
yoksa nasıl anlatılırdı aşkın deli yolculuğu
bu eşi benzeri yok dünyada...

-sen de mi acı çekiyorsun yoksa sevgilim?-

Oysa
nefes nefese
yorgun bir hayvan kadar terli
iki deliye ortak,
tepilip itilmiş
bir yorgan
-nemli-
sırılsıklam bir çarşaf
ve beli bükük yastıklardı
bizi dehşetle soran, anlayan...



Commissura Labiorum, Latince, genel anlamda, alt ve üst dudakların birleşim noktasıdır.

31 Temmuz 2016 Pazar

Sendin

Sendin
doğuşunu güneşin
günün her başlangıcını yahut
yeniden
derin bir coşku 
ve muhabbetle 
ve hayretle seyrettiren...

Sendin, 
apansız
her köşe başında kaybolan
ya da inerken fatiha yokuşunun ıslak ve parlak kaldırım taşlarından denize
beliriveren...

Sendin,
çırılçıplak bir rüzgar gibi 
iki ucu keskin bir bıçak gibi
sendin
ve yasak...

Dayanılmazdı karanfil kokuları
aşk gibi 

ölüm gibi tutsak...

Pompei

Dudakların
beni alan dudakların 
-kırmızı-
alev alev alaz...
parmakların 
beni saran parmakların 
-beyaz-
bembeyaz
Derin soluklarıyla uyuyor dışarıda ayaz
-mavi-
gecenin ince, şuh rengi
boşalsın artık damarlarından
-deli gibi- Pompei
Gayri sarmaş dolaş bir ölümsüzlük bekler sarhoş küller arasında bizi...
susar nefes 
kutsar toprak
taşır 
-çatlak-
çırıl çıplak 
kusursuz bedenlerimizi...

Munzur

Elini koyma göğsüne öyle
titrer içim
adabıysa da bu ehl-i beytin
Yapma!..

Yapma, 
bilmezsin nasıl gelir bir deli yangın tutuşur içimde 
elin elime değdiğinde...

Bilemezsin
nasıl
telafisi imkansız bir rüyadır artık huzur
çırpınsan da gelmez geri 

kıvılcımlar delip geçerken geceyi
-peşimizde o mel'un silah sesleri-
yanarım, yanarım da söndürmeye yetmez
Munzur'un isyankar gözeleri...

-Gel kaçırayım kız seni-

Dilinde isyan türküleri
Kolay ele vermez Dersim ocağına düşeni
bin yıldır boşuna mı bekler durur Munzur 
eteklerinde 
Ol kadim uygarlıkların
iri, yemyeşil gözleri...

18 Kasım 2012 Pazar

Yazı / Kader ya da...


Bu sabah yepyeni bir umutla uyandı güne Türkiye… Leyla Zana, “ne Diyarbakır Filistin, ne de Türkiye İsrail” diyerek inanılmaz bir yorum             -çözüm!- getirdi Türkiye’nin en temel meselesine.

Son iki aydır ülkemiz, açlık grevleri, kavgalar, küfürler, belden aşağı vurmalar, aşağılamalar ve tok karnına "kuzu kebabı" tartışmalarıyla bir felakete doğru hızla sürükleniyor-du-ki, beklenmedik iki şey oldu birden...

Önce Leyla Zana konuştu. Cezaevlerindeki açlık grevlerini protesto etmek için TBMM nin çatısı altında açlık grevlerine katıldı. Ardından bir zamanlar ceza evinde dokuz ay birlikte yaşadığım koğuştaşım, ranza komşum Apo, “Bitirin şu işi!” dedi ve Türkiye sarp bir uçurumun ucundan derin bir kaosa sürüklenmekten son anda kurtuluverdi…

Eğer bu iki eylem gerçekleşmeseydi, demir parmaklıklar ardından gelecek olan ilk ölüm haberinin ardından adları artık televizyon ekranlarına sığamayacak kadar çok insanımızın kanları dökülecekti loş caddelere, yoksul sokaklarımıza…

Apo’nun bir sözüyle karar alan örgüt mensuplarına söyleyecek sözüm yok, onlar ciddi bir iş başardılar, ses getirdiler. Ama daha da önemlisi, etnik kimlik farkı gözetmeksizin, insan olmanın, insan hayatının önemini bilen, onu yüreğinde hisseden pek çok “terör karşıtı” Türk vatandaşı da bu eylemlerin durdurulması için yoğun bir çaba harcadı; iktidar sahibi ya da “muktedir olanlar!” bu tehlikeli dayanışmanın sonunda pes ettiler…

Kürt ya da Türk meselesinin şahinlerinin hevesleri kursaklarında kalmış olmalı.

Hep gerginlik, hep savaş, hep terör gündemde olmalı ki batılı silah tacirleri ve onların yurt içi ortakları çok çok çok para kazansın. Hep kan, hep göz yaşı ile dolmalı ki acılı gözler, zor kış koşullarında dağ yollarına, patikalara, oluk oluk dökülmeye hazır kan, militan aksın; esrar, eroin, kokain ticareti “onurlu!” bir haklılık kazansın; ne gam, Ahmet Altan’ın dediği gibi kan emdikçe karnı şişen bitler gibi ceplerine dolan yeşil dolarları artsın yeter; yeter ki gizlensin oyun…

Yıllar önce, Yeni Demokrasi Hareketi’nin genç liderine “muktedir”lere sırtını dayayıp, “çözüm için gerekirse Apo’yla görüşür müsünüz?” diyerek tuzak sorular soran beyefendilere şu günlerde ucuz bir ayna tutmak ve “Sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler” sloganını hatırlatmak çok yanlış mı olur dersiniz?!.

Komşumuz Suriye’de karşıt guruplar kan akıtarak “Allahu ekber!” sesleriyle benzer sloganlar atarak, birbirlerini acımasızca katlediyorlar. O felaket ortamında, arka planda, onlara -savaşan her iki tarafa!- ölüm satan, silah satan, ellerini oğuşturanların kimler olduğunu hiç sormadan, merak etmeden hem; yazık ki Suriye kimsenin umrunda değil…

Tıpkı “yalnız ve kimsesiz ülkemiz” de Leyla Zana ve benzerlerinin dışında hiç kimsenin farkına varmadığı gibi… 

Leyla Zana diyor ki, ey insanoğlu, ey dünya, ey zavallı “muktedir”ler, vakur ve çileli halkım ey… Ne biz Diyarbakır’da duvarlar arkasında tutsak ve çaresiz, ne de Türkiye bizi abluka altına almış düşman bir İsrail; sorunlarımızı sabırla, inatla ve parlamenter demokrasinin kanatları altında sadece biz çözebiliriz…

Sormak istiyorum; birey olmanın ve onun derin yalnızlığının ağırlığını başından beri yüreğinde taşıyarak, örgütsel vesayetin içinde kolayca yitip gitmeden ayakta duran bu olağanüstü, bu muhteşem kadının uluslararası barış ödülünü almasının ne anlama geldiğini şimdi anlıyor musunuz?

Vahim bir gecikme ile de olsa ben anladım; kulak verin…



26 Eylül 2012 Çarşamba

patiskadaki kan

Gece yarısı, terden sırılsıklam bağırarak uyandığında, yanağından boynuna, yastığına ılık ılık bir şeyler akıyordu. Başucundaki abajura uzandı; yastığı kıpkırmızıydı...

Bileğindeki saat üçe geliyordu, bileği, parmakları kan içindeydi; burnum kanamış demek diye düşündü, üstüne yatmış olmalıyım...

Dışarıda, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.

Sabah uyandığında, geceden kalan ıslak toprak kokusu, açılan camla birlikte olanca serinliğiyle odaya doldu. Gecenin elektrik yüklü bulutları çoktan uzaklaşmış, yerini güneşli, serin bir sabaha bırakmıştı. Açılan pencerenin camındaki yansımada hızla ovuşturarak, geceden kalan, yüzüne bulaşan izleri kazıyarak uzaklaştırmaya çalıştı; tırnaklarının içi kırıntılarla doldu.

Tıraş olup banyodan çıktığında keyfi oldukça yerindeydi. Burnunu sildikçe mendiline bulaşan ince, pembe sızıntının dışında önemsenecek pek bir şey yoktu; aynanın karşısında gördüğü yüz -sırıtıyordu- hoşuna gitmişti.

Temizlikçi kadın nasıl olsa gelir, yatağını yorganını toplardı ama içine sinmedi, odayı şöyle bir toparlamak, ardından gönül huzuruyla dışarı çıkmak üzere yatak odasına geri döndü. Alışılmış hareketlerle ortalığı düzeltmeye koyulduğunda, yastığın üzerindeki geniş kızıl lekenin koyu kahverengiye dönmüş olduğunu hayretle fark etti; oysa dün, yani yıllar önce yaşadığı o gün... O mezarlıkta...

Onları birlikte yolcu ettiği günün akşamı, kız kardeşi telefonla aramış ağlamaklı bir sesle kilometrelerce uzaktan "Babam öldü!" deyivermişti. Soğuk, basit iki kelime, babamız öldü...

Haberi alır almaz yola çıkmış, gece henüz gündüze dönmeden, Karadeniz sahilinde, yıllar önce satın aldıkları mütevazı yazlıklarına ulaşmıştı bile. Evin kapısını çalmadan önce, sabahçı büfelerden birine uğrayıp ceketine sardığı ucuz viskiden peş peşe bir kaç iri yudum aldı...

Gecenin karanlığında, köşedeki çalılıkların arasında gizlenen ağustos böceğinin yalnız feryatları dışında -sahile vuran dalgaların sesi duyulmadığına göre deniz sütliman olmalıydı...- tek ses çıkmıyordu; gökyüzü -uçsuz bucaksız nebula!- ışıltılarla parlıyordu...

"Vantilatör açık kalsın, üstüne doğru şöyle!" demişti komşu kadın saatlerce oturduktan sonra evine giderken "Madem bu gün burada kalacak, hava sıcak, yarına daha çok var..."

Kanepenin üstündeki beyaz örtü, vantilatörün her geçişinde bir kez daha ürperiyor, altında yatan adamın soğuk bedenine -yüzüne- yapışarak biçimlenirken, açılışı sabırla beklenen görkemli bir heykel gibi suskun, günün ilk ışıkları bekleniyordu... 

Kimse konuşmuyordu... "Üzülme!" dedi, köşedeki sandalyesinde dimdik oturan yüzü bir kağıt gibi sararmış annesine sarılıp öperken. "Ne diyelim; başımız sağ olsun..."

"Beni karıştırmayın!" dedi kadın fısıltıyla dudakları arasından, sigarasının dumanını kanepede yatan adama doğru üfleyerek; "O benim için bir ceset!."

Böylesi derin bir nefretin, hem de böyle bir günde, böylesi zavallı bir biçimde dile getirilmesi, ardından kendisini haklı çıkartmak için annesinin, yıllardır ezberlediği cümleleri birbiri ardına sıralaması midesini bulandırmış, bir anda soluğu kesilivermişti. Nefes nefese kendini dışarıya attığını hatırladı...

Sonra olan bitenlerin ayrıntıları pek belirgin değildi hafızasında. Stationwagon bir taksi tutmuşlardı. Onlar önde, arkada kiralık Chevrolet, Bolu Dağı'nın dolambaçlı yollarında ilerlerken aklı hep tabuttaki babasındaydı; kim bilir nasıl sarsılıyordu o berbat, içi teneke kaplı kutunun içinde...

Geriye kalan her şey kaybolmuştu; ta ki yastığındaki kan lekesinin sabah olduğunda kahverengiye dönüştüğü o ana kadar...

"Demek yaşıyordu!" diye inledi, boğularak sesi...

Mezar yeri açılmış, kalabalık telaş içinde çukurun etrafında toplanmıştı. Birileri, etekleri toza toprağa bulanmış cübbeli hocanın alışkın bir el hareketiyle, üstündeki örtüyü alıp, cemaat gelmeden az önce tepelenen toprağın üstüne yerleştirdikleri tabutun kapağını açmışlardı bile. Mezara indirmek üzere yanlarına getirdiklerinde, ak pak patiskadan dualarla, özene bezene kesilmiş kefene sarılı babasının başucunda, ıslak kırmızı bir leke, öylece duruyordu...

te

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Yürekli iki genç adam / Ortak bir ülkü / Beceriksizlikler Bürokrasisi / Kahreden Yokoluş...

6 Mayıs 1972 sabahında, darağacına çıkan yirmi beş yaşında bir delikanlı, karşısında hayalarıyla oynayan tuğgeneralin cüce mezalimi üzerinden halkına şöyle sesleniyordu; 

"Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm.... "

Henüz PKK yoktu, HİZBULLAH yoktu, JİTEM yoktu, OHAL yoktu, MAZLUMDER yoktu, CUMARTESİ ANNELERİ de yoktu o sıralar...

Dev Genç vardı, Devrimci Doğu Kültür Ocakları vardı. Emperyalizme karşı birlikte savaşmış halkların, "Türkiye Halkları"nın özgürlük ve bağımsızlığını, barış içinde bir arada yaşama haklarını, önlerine kurulan darağaçlarına rağmen savunan yurtsever gençlik örgütleri vardı. 

Asker sivil bürokrasi ve elbette dönemin siyasi iktidar sahipleri, kısaca böyle özetlenebilecek bir yurt sevgisinin, bir özlemin karşısına "Moskova'ya, Moskova'ya" diye tempo tutarak, hain tuzaklar kurarak, cinayetler tezgahlayarak -halkı birbirine kırdırmayı pervasızca göze alarak- karşı durmayı erdem bildiler; çok canlar yandı...

İktidar sahiplerinin -şu garip!- vatan sevgisi, işi, vatandaşlarını bir bir vurmaya, olağanüstü haller ilan etmeye, yurdun her köşesinde işkence tezgahları kurmaya, cezaevlerinde kendi halkına bok yedirmeye kadar götürdü ve bu hep böyle, sürdü gitti...   

Yıllar sonra utanmadan "Kürt realitesini tanımak zorundayız" derken Süleyman Demirel, yıllar önce, gerdanının bütün haşmetiyle arka sıralara dönerek, oylamaya katılanların idam hükmünü onaylayan ellerini büyük bir memnuniyetle tek  tek izlerken, asılmasına cevaz verdiği o vatan haininin, darağacında bile, Türk ve Kürt halklarının vazgeçilmezlerinden, kardeşliğinden söz eden gür sesini belli ki -o sıralar!- duymazdan geliyordu...

TRT radyoları ve televizyonunun "Ayakları titreyerek idam sehpasına çıktılar" şeklinde duyurduğu ahlak yoksunu haberlere ise, elbette inanan hiç kimse olmadı...

90 lı yıllarda ülke, 12 Eylül'ün ağırlığı altından inim inim inlemiş olarak çıktı...

Artık PKK da vardı JİTEM de... Mağrur ve mağdur anneler, artık sokak başlarında, belki de akıbetini bilmek bile istemedikleri "yok!" çocuklarını arıyorlardı... 

Onbinlerce Kürt genci öldürüldü... Ve şehit diye uğurladığımız onbinlerce genç Türk...


Keşke hayatını bu yolda kaybetmiş tüm vatandaşlarımızı bölücü / kurtarıcı ayırımı yapmaksızın yan yana defnedebilseydik; sınırları büyüdükçe bizleri korkutan, bu hayali, bu uçsuz bucaksız kabristan, kin dolu kalpleri yumuşatabilirdi belki ... 


(Özel harp dairesinden bir general, ordunun savaşma yeteneği düşünüldüğünde bu kayıpların ne önemi olabilir diye soruyordu kendisiyle görüşen bir gazeteciye!.)

22 Aralık 1994 yılında Cem Boyner, kendisine yüklenen sorumluluğa sahip çıkarak Yeni Demokrasi Hareketini kurdu. YDH ne göre sorun, siyaset yolunun halka tıkanmış olmasıydı; sistem, belli çıkar guruplarının tekelindeydi ve sistemden beslenenler sistemi değiştiremezlerdi!. 

Türkiye'nin var olan sorunları artık ertelenemezdi ve en önemli sorun, hiç şüphesiz çözüm bekleyen Kürt meselesiydi... 

Apo henüz derdest edilip Türkiye'ye getirilmemişti...

"Güneydoğu'da insan kanı içen tavuklar gördüm!" diyordu Boyner, Ankara'da halka açık bir YDH toplantısında. "Bu sorunu görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz!" diyordu... Kendisine tuzak sorular yönelten gazetecilerin "Apo'yla görüşür müsünüz" sorularına, "Eğer barışa bir katkısı olacaksa şeytanla bile görüşebilirim" dediğini aktarıyordu...  

Basın ve derin devlet, teyakkuzdaydı yine; gündeme gelen Çörekçi Paşa gerilimiyle, cehaletle -hani nerdeyse ihanetle!- suçlamakta gecikmediler Boyner'i (*) 

Sistemden beslenenler sistemin değişmesini istemiyorlardı; basın ve siyaset esnafı kin kustular Yeni Demokrasi Hareketine; Türkiye'nin bölünmesine asla, ama asla izin vermeyeceklerdi...

Asker sivil bürokrasi, bir kez daha derin bir soluk aldı; ilk genel seçimlerin ardından Cem Boyner, siyasetten ayrılma kararıyla partisinden istifa etti... 

Deniz Gezmiş'i öldüren, Cem Boyner'i ölümle tehdid eden "Beceriksizler Bürokrasisi"nin keyfi yerindeydi...  

Demirel henüz Kürt  realitesini kabul etme gereğini duymamıştı.

Daha çok kan akabilirdi, ne gam? Zamanı geldiğinde devlet söylerdi nasıl olsa söyleyeceğini...

O günlerden bu günlere köprülerin altından çok sular aktı; kahreden bir yok oluşa hazırlanıyor sanki aklımız. Sonuçları hepimiz için felaket olan bir iç savaşın tam da eşiğindeyiz...

Geçiğimiz yıllarda Filistin'li çocukların taş ve sopalarla sokaklarda sergiledikleri cesarete hayran olup Arafat'ın küçük generallerini sempatiyle selamlardık hepimiz, bilirsiniz; Gelin sakin sakin düşünelim şimdi biraz, Diyarbakır sokaklarında o çocukları hatırlatan görüntüler aslında kimin başarısı dersiniz???



(*) YDH iktidarında siyasete müdahale eden Çörekçi Paşa gibiler derhal emekliye sevk edilecektir. CB.